11/06/2017, Saat: 18:43
Güzel Türkçemizin değerli şairlerimizden İlhan Berk'in otlara ve bitkilere olan sevgisinden dolayı (yaşlılığında yerleştiği Ege kıyısında) 'Şifalı Otlar Kitabı' adlı farklı bir kitap yazdığını bilir misiniz.
Ben arada bir bu keyifli kitaptan kimi bölümleri okurum. Bu sabah çok erken kahve keyfi sırasında okuduğum kimi sayfalardan iki maddeyi paylaşayım istedim:
" Tecimle karadan Hindistan'a giden Halil Kurabiye'cinin not defterinden alınmıştır:
Bir gün Lokman yakınlarından birinin kızının sayrı (hasta) olduğunu öğrenir. Otlardan bütün dertlerin şifasını öğrenmiş olan Lokman, bu kez kızın sayrılığına çare bulamaz. Bir zaman sonra kızın iyileştiğini öğrenince, nasıl şifa bulduğunu sorar.
- Ayvanın suyundan şifa buldu, derler.
Ayvanın kendisinden gizini sakladığına kızıp:
- Suyun kurusun ! der.
O gün bugündür Ayva susuz, kurudur."
"AYVA:
Ayva üstüne kimler yazı yazmıştır, bilmiyorum. Böyle demekle elbette eski yazarlardan söz etmek istiyorum. Yenilerin, yeni yazarların derdi başından aşkın olduğu için, Ayvaya sıra geleceğini hiç sanmıyorum. Eskiler, biliyoruz onu dilinden düşürmezdi. Dahası mevsimleri onunla yorumlamaya çalışırlardı. Ayva erken ve bol çıktı mı, kış uzun olacak derlerdi. Böylece de onu yaşamlarına sokarak Ayva için bir mitologya oluşturmuşlardır. Öte yandan ozanların (bu mitologya kurucularının) onu ağızlarına almadıklarınıysa hep biliyoruz. Yalnız ayvayı mı? Narı, elmayı, inciri de anmamışlardır. Öyle sıradan şeyler onların işi değildir. Gök, deniz, gece vb hemen şiirin elinden tutan şeylerin üstüne çullanmak varken, otlarla, meyvelerle ne diye uğraşsınlar. Dahası onlar ona bir meyve gözüyle bile bakmazlar. Düzyazı yazanlarınınsa, insan, kent, sokak, ev, oda içleri betiminden başlarını kaldıracak vakitleri mi var? Ama biz ayvaya dönelim.
Kitaplar ayvanın 2500 yıldan beri bilindiğini yazar. Bütün meyvelerin dişi olduğunu ilan eden D.H. Lawrence ayvayı nereye katar bilmem. Ağırbaşlı, sessiz, tok, başı yukarda, tam bir erkektir o. Sevgili Lokman Hekimimizin hışmına uğradığı için kuru, susuzdur; ama böyle olması onu ayva olmaktan çıkarmamıştır elbet. Sevenleri eksik değildir. Dünya nimetlerine hiçbir zaman gözlerini kapamayan Hz. Muhammed -Tanrı'nın selamı üzerine olsun- otlara değin uzanan insanlığını ayvadan da esirgememiş:
- Ayva yiyiniz ! buyurmuştur.
Böylece de ayva bir kutsallığa bürünmüştür. Müslüman bir meyve olup çıkmıştır. Öyle ya, yalnız insanlar, kentler, mahalleler, sular, kokular Müslüman olmaz ya? Ayva da olacaktır elbet. Öte yandan, zamane insanlarının ayvaya ilgi duymamalarını da biz eskiler bütün bütün anlamazlıktan gelmemeliyiz. Hani o üzümler, narlar, kavunlar, ayvalar asılı büyük sofalı, yüklüklü, yemiş odalı o eski evler ? Hem sac, pirinç mangalı bilmiyorsak, külde ayva közlemesini de bilmiyoruz demektir. Böylece ayvanın güzelim pişmiş tadından da yoksunuzdur. Ayvanın hem yalnız hoşafını, reçelini bilmek yeter mi ? Ya Osman Hayri Mürşit Efendimizin 'Ayva yüreği kuvvetlendirir, kokusu içimize ferahlık verir' demesini bir kıyıya mı atacağız? Hangi meyve o denli dayanıklı, güzel kokulu, lezzetlidir? Düşünelim biraz !
Ben sevdiğim meyveleri saymaya kalksam, ilkin yvayı sayarım; ama, narı, elmayı, inciri, dutu da unutmam. Unutmam çünkü, ayvayla -başucu kitapları gibi- onları yanıbaşımda bulundururum. Onlarla birlikte ayvanın baş köşeyi almasına gelince? Her şeyden önce benim bir Pipo adamı olmamdan gelir bu. Kışları pipolarımın yanındadır yeri. Elim birini bırakır öbürünü alır. Hem benim gibi tıknefes bir adamın yalnız soluğunu ayarlamakla, gırtlağını temizlemekle kalmaz, kışları kapandığım küçük odamın zifirinin de hakkından gelir (Siz ey Pipocular ! Yalnız bunun için bile yanınızdan eksik etmemelisiniz ayvayı !)
Her günün bir kitabı vardır. Her bir ot da 'Ben falana devayım' der. Ayva da bunları der işte !"
"DOMATES:
Domates sözcüğünü biz Meksikalı Kızılderililerden almışız. Onlar 'tomati' derlermiş, biz onu Domates'e dönüştürmüşüz. Domates de, kimi bitkiler gibi, tarihle yüklüdür; ama domatesin tarihi hem karışık, hem de oldukça tuhaftır. Amerikan kökenli olmasına karşın, uzun süre Amerikan halkınca bilğnmemiştir. Yalnız süs bitkisi olarak yetiştirilmiştir. Amerika yüz yıl öncesine değin, domatesin zehirli bir bitki olduğunu sanıyordu.
Tarım Bilgisi yazarı Rıdvan H. Taşkın, Amerikalıların ona 'sevda elması' dediğini yazar. Domatesin geniş ölçüde de ekilmesi, yetiştirilmesi, ancak 18. yüzyıla rastlıyor. Gerçi 15. yüzyılın sonlarında İtalya'da bilindiği yazılıyorsa da, bu konudaki kaynaklar birbirini tutmuyor. Kısaca, 18. yüzyıldan sonra domatesin girip çıkmadığı ülke kalmaz. Bu sevda elmasının adını da Amerika bu tarihten sonra öğrenir. Bizim mutfağımıza da yine bu tarihlerde girdiği sanılıyor. Zaten Osmanlı mutfağında 18. yüzyıldan önce domatesin adı geçmiyor. Dahası, eski yararlı otlar kitaplarında da ona rastlanmıyor. Yalnız bazı kitaplarda isilikle yanıkta suyu sürüleceği yazılıdır. Bugünkü tıpsa onu vitamin tankeri olarak görüyor biliyoruz.
Sözlükler, onu patlıcangillerden, yeli, dal dal yapraklı, yuvarlak kırmızı meyveli bir bitki olarak tanıtıyorlar. Dünyada artık onu bilmeyen, sevmeyen pek yok gibidir. Varlıklı varlıksız, büyük, küçük, demeden her sınıf insanın arasına girmiş o dost yiyeceklerdendir. Dünya mutfakları içinde büyük ünü olan Osmanlı Mutfağına girmeyişi ya da pek az girişi, elbette bir eksikliktir. Padişahlarımız onu pek seveceklerdi kuşkusuz. Yalnız padişahlar mı ? Her tür mutfağım biricik sevgilisi o değil midir ? En fukara yemekler bile onunla birden tür değiştiriverir, zengin yemeklere dönüşür.
Domatese, hiç düşünmeden, dünya dostudur diyebiliriz."
Sent from my iPad using Tapatalk